Yogaya ilk başladığımda sınıfta sık sık söylenen ‘bedeninle bağ kur’ cümlesini hiç anlamıyordum.
Şimdi kelime olarak beden ne demek biliyorum, kur fiilini anlıyorum, bağ kelimesini de…Ama beden, bağ ve kurmak bir araya gelince ortaya çıkan şey niye bu kadar önemli anlayamıyordum. Zaten ben ve bedenim aynı değil miyiz? Bağ kurmaktan öte bedenimle bir değil miyim? Diyordum ki, “Altı üstü iki hareket yapacağız, nedir bu tantana, bu süslü laflar…”
Müthiş disiplinliydim bir de o zaman, net kuralları olan bir yoga stilinde pratik yapıyordum, her gün matın üstüne çıkıyor 90 dakika boyunca tüm gücümle pozlarla güreşci gibi savaşıyordum. Bugün baktığımda neden o stili seçmişim hiçbir fikrim yok, durmaksızın bir mücadele halinde pozdan poza atlıyordum. Aklımda hep idealize ettiğim bir takım pozlar vardı, o pozu ‘başardığımda’ ‘yogaya’ ‘gerçekten’ adım atacağımı düşünüyordum. O pozlar yapılmadan ben yoga ailesine ait değildim.
Bedenim burada sadece bir araçtı, karnımın, kollarımın, sırtımın güçlenmesi, bacaklarımın, kalçamın ve omurgamın esnemesi gerekiyordu, ki beni baş duruşuna, kargaya taşıyabilsinler, ayakta öne eğildiğimde başım bacaklarıma değebilsin.
Ama benim canım bedenim bu oyunu oynamak istemedi. Yoga yaptıktan sonra hep yorgun oldu, üst üste pratiklerden sonra esneyeceğine katılaştı, bazı pozları inatla ve haldur huldur yapma çabası dizini sakatladı, boynunda fıtıklar oluştu.
Yavaş yavaş anlamaya başladım, türlü bedensel sıkıntılar çeke çeke; işte insan bir bütün olmayabiliyormuş, insanın zihni, beklentileri, arzular, bedenin ihtiyaçlarından, sınırlarından, haz alanlarından farklı yerlere düşebiliyormuş.
İnsanın bedensel imgesi gerçek bedeninden çok farklı olabiliyormuş.
Bağ kurmak denen şey de elinde ne varsa onu kabul etmekmiş, onu duyabilmek, mesajları almakmış. Kendini görünen/seyredilen/performans sergileyen bir organizma olarak görmek yerine, hisseden, zevk alan, acı çeken, endişe taşıyan, heyecan duyan bir bütün olarak deneyimlemek bağ kurmakmış.
Sorun yogada, bir stilde, bir pozu inatla/sebatla çalışmakta değil, sorun nefesi tutarak zihnindeki hırslı sese kendini kaptırarak andan zevk almayı unutarak bedeni araçsallaştırmada.
Başlık; İ.S. 200’lü yıllarda yaşadığı bilinen Patanjali’nin, Yoga Sutraları’ndan.*
Doğal evrim/dönüşüm zaten gerçekleşmek isterken bunun gerçekleşmesinin yolunu kapatan engellerden söz eder Patanjali ve kendi yolunda akmak isteyen ama önünde engeller olan bir akarsudan örnek verir. Bu suyun önündeki engelleri kaldırmak… İşte bu, dönüşümü başlatacak “eylem” olarak işaret edilir Yogasutra’da. Durgun sudan, akarsuya dönüşümü yani başka bir türe dönüşümü sağlayan söz konusu “içe akış” ne ile ya da nasıl mümkün olur peki?
Buna aradığım yanıt her zaman Batı’dan başlayıp Doğu’ya uzanarak geldi. Başlangıç noktam Batı, çıkış noktan Doğu olduğunda adeta ana dilimde konuşuyormuşum gibi rahat hissediyorum. İç dünyama giden yolda ihtiyacım olan dil; hibrit bir şey: Psikanaliz ve meditasyon. Varılan nokta aynı. İkisinin birlikte ilerlemesi güven verici.
Başlamadan önce gözlerinizi kısa bir süre için kapatın ve nefesinizi takip edin. Değiştirmeye çalışmadan, sadece olduğu haliyle nefesinizi izleyin… Yavaşça gözlerinizi açın ve kendinizi yazının akışına bırakın.
“Bilinçdışı”, Freud’un öne sürdüğü bir teori. Tomografisi çekilmedi. Beynimiz de neredeyse uzay kadar bilinmez hala.
Gündelik zihnimiz, gündelik yaşamımızın mekanlarından biri olan oturma odamız ise bilinçdışı için hemen hemen hiç kapısı açılmayan, penceresiz, karanlık bir oda benzetmesi yapılır. Bir zamanlar, bir şekilde alınmış ve kullanılmayan, görünce insanın içini sıkan, belki de suçlu hissettiren bir takım eşyaların tıkıştırıldığı ve üzerine kilitlerin vurulduğu bir oda.
Bazen karanlık odadan oturma odamıza birileri girer. Bunlar, henüz karanlık odanın derinliklerine gitmemiş, kapı ağzında bekleyen düşünceler, duygular, anılardır. “Yeterince” derine gidenler ise pek görünmezler ama şöyle bir durum vardır; kokular, sesler ya da oturma odasında gördüğümüz bir obje/kişi üzerinden görsel çağrışımlarıyla bunlar, varlıklarını hissettirebilirler…
Karmaşa da burada başlar. Artık belli belirsiz olan duygu, düşünce ve olayları zihin başka formlara sokar. Olayların hafızadaki versiyonu ile gerçekleşmiş versiyonu farklılıklar gösterebilir. Yani gündelik zihinde deforme olan deneyimler üzerinden, duygu ve düşüncelerimiz de deforme olur. Yazar da yazarız artık üzerine koya koya…
Sopayı pencereden, yılanı içinden atmak
Bir psikanaliz seminerinde, bu durumu özetleyen kurmaca bir örnek dinlemiştim:
Bir aile, çoluk çocuk iki odalı bir evde yaşamaktadır fakat sadece evin bir odasını kullanmaktadırlar, diğer odanın kapısı kilitlidir ve anahtarı babadadır. Ailenin nüfusu gün geçtikçe artar, çocuklar büyür, yenileri doğar vs. ve yaşadıkları odaya sığamaz hale gelirler. Günün birinde bir misafir gelir ve evdeki duruma şaşırıp adama sorar: “Neden diğer oda kapalı, neden buraya sıkışıp kaldınız böyle?”. Adam da der ki “O odanın kapısını kesinlikle açamam, orada bir yılan var ve şimdiye kadar kim bilir ne kadar kocaman olmuştur, çoğalmıştır da…”. Bir süre sonra yaşanan oda o kadar dayanılmayacak hale gelir ki adam kendini kilitli odanın kapısında bulur ve cesaretini toplayıp kapıyı açar, bir de bakar ki yerdeki “şey” sadece bir sopadır. Hafızasına yılan olarak yerleştirdiği şey üzerine bir de hikayeler eklemiştir… Yılan tek başına nasıl çoğalır, ne kadar ve nasıl büyür, neyle beslenir? Böyle mantıklı sorular sormadan, sadece korkuya sarılmak… Günlük hayatta bizi zorlayan bir şeyler olduğunda, belki yüzleşme cesaretini göstermek…
Annem benden habersiz babamla…
Meditasyon, bu yüzleşme cesareti için önemli bir destek, önemli bir ihtiyacı karşılayan, önemli bir niyet. Konuyu buraya bağlamadan önce bir de kişisel bir deneyim/analiz aktarayım:
5-6 yaşlarındayken bir akşam aniden annemin evde olmadığını ve babamın da sakin sakin eve getirdiği işiyle ilgilendiğini fark ettim. Babama annemi sorduğumda anne anneme gittiğini, birazdan geleceğini söyledi (iki dakika mesafe vardı aramızda anne annemle). Çok mülayim bir çocuk olmama rağmen ortalığı yıktım. Bir süre sonra annem çıktı geldi ama; ne zaman geldi, nasıl geldi ve geldiğinde ben ne yaptım hiç hatırlamıyorum. Bu anıyla ilgili hatırladığım hakim duygum uzun süre şuydu: Terk edilme (annem) ve yaşadığım acı karşısında kayıtsızlık (babam).
Bizimkiler olayı tabi ki farklı yaşamışlardı. Onlara göre her ebeveynin yapacağı bir operasyondu. Anne çocuktan bunalmıştır, çocuğu babaya bırakır ve iki dakika hava almaya çıkar. Çocuğun “Ben de geleceğim” diye tutturma riskine karşılık bu kumpas kurulmuş olur.
Bu cümleleri kurabilecek kıvama gelmek için biraz uğraştım. Freud’un özel ilgi alanı olan arkeoloji, psikanalizi bu disipline benzetmesine neden olmuş. Ben de biraz kazı yapınca anladım ki gerçekten beni kandırmalarına pek içerlemişim. Annemin gitmesi değil yani mesele… Onun döneceğine emindim ki ben.
“Annem bana söylemeden nasıl olur da gider?” kısmına takılmışım:
Annemle aramızda özel bir bağ, özel bir anlaşma yok muydu bizim? (Her bebek buna güdümlüdür ve her çocuk bunu bilmek ister)
Bu adamla (babam) sözleşme yapıp arkamdan iş çevirmek de ne oluyor?
Üstelik tavana kadar zıplayarak ağlamama rağmen (tavana değdiğimi sanıyordum uzun süre anılarımda), yüzüme bile bakmadı.
Eşikten atlamak için keskin dikkat, pırıl pırıl bir zihin gerekli. Nasıl?
Bu kadar basit bir olayı bu kadar canlı hatırlamama rağmen pek çok ayrıntı elbette hiç yok. Sonradan icat ettiğim, “annem beni terk etti” korkusunun özündeki gölgeli duygu; annemin bana söylemeden evden gitmesiydi. Ama ben uzun süre “terk edilme duygusu çok ağır” diye dolandım durdum. Halbuki bu konuyla ilgili de genel olarak sorunum olmadı ki benim.
Yetişkin bir bireyken farklı ilişki dinamiklerinde kendime yer edinme zorluğu, terk edilme korkusundan değil, ilişkilerin dışında bırakılma korkumdanmış. İşte bunun cümlesini kurunca vesvese olmaktan çıkıyor konu. Bu kadar basit, bu kadar etkili. Öte yandan çok keskin dikkat isteyen, emek yoğun bir çalışma. Hocamın dediği gibi; tam bir zihin işçiliği. Analiz ve meditasyon böyledir…
Meditasyonda da psikanalizde olduğu gibi arkeolojik kazı yaparsınız. Ve bir süre sonra bilinçdışınızla karşı karşıya kalırsınız. Gündelik zihnin uğultuları, vızıldanmaları aradan çekilmeye başladıkça daha başka bir zihin niteliği çıkar karşınıza. İşte orada meditasyon halini sürdürmek bize durumlar karşısında farklı bir eşik atlatır.
Korkularımızın çoğunu, pek çok şeyi bir araya getirip biz yazıyoruz aslında. Bir rehberimiz olsa, elimizden tutup geçmişte bize rahatsızlık verdiğini belli belirsiz sezdiğimiz olayların içine bizi götürse, pek çok eksik parçayı bugünkü aklımızla kendimizin tamamladığını göreceğiz ve bir ohhhh çekeceğiz.
İçimizdeki çocuk kadar içimizdeki yetişkini de sevelim, ona ihtiyacımız var
Peki bu mümkün değil mi? Psikanalizin hemen hakkını vererek “evet mümkün” diyelim. Psikanalist eşliğinde kendimizi analiz etmek için ruhen/zihnen hasta olmak gerekmiyor. Sopayı yılan sanmak da yeteri kadar iddialı… Evet rehberimiz bir analist olabilir ama bir süre sonra analize devam ederken ya da sonrasında ya da hiç gitmesek bile, bir yetişkin olarak kendi kendimizin elinden tutup o sopayı karanlık odanın penceresinden atabilir hale gelebiliriz.
Karanlık odaya girme cesaretini bize veren, psikanaliz kavramıyla söylersek; rasyonel egomuzdur. Elinden tutulan da hepimizin içinde olan, çocuk. Korkularla, kaygılarla içeride tir tir titreyen bir çocuk çıkıveriyor bazen, işte onu yine biz destekleyeceğiz.
Bizi analize götüren de yine rasyonel/yetişkin egomuz. Bilinçdışına tıkıştırdığımız arzular, korkular vs. ile yüzleşmenin önünü açan ve bir süre sonra bu korkuların dönüşümünü sağlayan meditatif çalışmalar, meditasyonda olma hali; düzenli olarak hayatımızın bir parçası oldukça, geçmişe dönük büyük korkular, geleceğe yönelik kaygılar ve büyük beklentiler altında kendimizi ezmekten, iki baskı arasında sıkışıp kalmaktan kurtulabiliriz.
Kişisel deneyimimde analiz ve meditasyonu birlikte uygulama şansı elde ettim. Uzun bir analiz sürecine, meditasyon çalışmalarımı eklemiştim. Şimdi de doğal akışta, dengede, orta yolda olmak için meditatif çalışmalarıma devam ediyorum.
Doğum günü pastam, dileklerim, endişelerim ve ben…
Sizin en baskın gölgeli düşünceniz ne? Hani aklınıza geldiğinde elinizin kolunuzun taş kestiği? Nerde ne zaman aklınızdan geçeceğini bilemediğiniz, hiç tahmin etmediğiniz bir olayla, bir tetikleyici ile iri puntolarla aniden beliriveren?
Benimki şu; İSTEDİĞİM ŞEYİ ASLA ELDE EDEMEM! Net olarak, kelimesi kelimesine bu.
İstediğim Şeyi Asla Elde Edemem; Gelin bu cümleye Mindfulness Koçluğu (MK) gözlüğü ile bakalım:
MK: Bu düşüncenin ilk belirdiği anı hatırlıyor musun?
Çağla: Çok emin değilim ama bir tahminim var, 7-8 yaşındaydım.
MK: Düşünce belirdiğinde ne hissetmiştin?
Çağla: Büyük bir hayal kırıklığı.
MK: Daha sonra bu cümle hep hayal kırıklığını uyandırdı sende?
Çağla: Bazen büyük bir öfke hissediyorum, bazen üzüntü, bazen yılgınlık, bazen de evet hayal kırıklığı. Sanırım yaşım ilerledikçe daha sık öfke hissediyorum.
MK: Hangi duyguda ne hissediyorsun?
Çağla: Öfke olduğunda müthiş bir kavga etme isteği duyuyorum, büyük bir haksızlığa uğramış gibi sanki… Karnıma kramp giriyor, soluk alamıyorum ve kavga edeceğim, bağırabileceğim bir insana ihtiyaç duyuyorum, en yakınımdaki kimse ona patlıyorum. Üzüntüde ise yine bir insana ihtiyaç duyuyorum, avutulmak, güzel laflar işitmek istiyorum, net olarak kalbimim acıdığını hissedebiliyorum. Yılgınlıkla tamamen uyuşuyorum, sanki elim ayağım tutmuyor, kimseyi ne görmek ne de duymak istiyorum, tek başıma bir odada günlerce kalmak istiyorum. Bazen birkaç duyguyu aynı anda hissediyorum
MK: Peki bu duygulara neler eşlik ediyor?
Çağla: Düşünceler… “Aptalsın, beceriksizsin, her şeyi yanlış yapıyorsun, nedense kimse seni sevmiyor, özel bir sevimsizliğin var, sen hiç bir şey yapmazsın…” Böyle şeyler işte…
MK: “Aptal, beceriksiz, sevimsiz” olduğun için mi istediğin şeyleri elde edemeyeceğini düşünüyorsun?
Çağla: Evet.
MK: O anlarda neye ihtiyaç duyuyorsun?
Çağla: Böyle olmadığımı bana uzun uzun anlatacak bir insana ihtiyaç duyuyorum. Beni ikna edecek birine.
MK: Peki nasıl ulaşıyorsun bu desteğe?
Çağla: Birkaç arkadaşım var, onları arıyorum, bazen benden sıkıldıklarını hissediyorum, çünkü aynı meseleler etrafında dönüp duruyoruz.
MK: Ne kadar sıklıkta arıyorsun arkadaşlarını?
Çağla: Bilmiyorum ama böyle hissedince arıyorum, galiba sık sık. Çünkü çok alakasız bir olayla, okuduğum bir yazıyla ya da bir arkadaşımın anlattığı bir şeyle de böyle hissediyorum.
MK: İstediğin şeyleri gerçekten elde edemiyor musun?
Çağla: Bazen ediyorum tabii ki, bazen de edemiyorum. Ama elde etsem bile bunun bir tesadüf olduğunu düşünüyorum, tadını çıkaramıyorum, sanki bir yanlışlıkla başıma gelmiş gibi ve yakında bu yanlışlık fark edilecekmiş gibi geliyor bana.
MK: Ve?
Çağla: Ben de istediğim ve ulaştığım şeylere fazla tutunmamaya çalışıyorum, zaten elimden gidecek diye.
MK: Bütün bu konuştuklarımızı bir düşünürsen içindeki ses ne diyor?
Çağla: “İstediğin şeyleri elde edemezsin Çağla!” diyor.
MK: Başka bir ses var mı?
Çağla: Cılız da olsa, “Niye olmasın ki, herkes bazen kazanır, bazen kaybeder, iyi günler vardır, kötü günler vardır.”
MK: Bu cılız ses sana kendini iyi hissettiriyor mu?
Çağla: Hayır, bu sesin doğru söylediğini biliyorum ama üstümde hiçbir etkisi yok. Bir kulağımdan giriyor, öbür kulağımdan çıkıyor.
MK: Bedenen tarif etmek istesen bu ses nerenin sesi?
Çağla: Kelimenin tam anlamıyla aklımın sesi. Çok zorlayarak duyabiliyorum bu sesi. Diğerini ise nerdeyse tüm bedenimde hissediyorum, her an, herhangi bir olayda bile karşıma çıkabiliyor. Başkasının başına gelen güzel bir olayda bile, galiba en çok da onlarda.
MK: Neden başkasının başına gelen güzel şeylerde böyle hissediyorsun sence?
Çağla: Sanırım benden çalınan bir şey olduğunu düşünüyorum. Benim hakkım olan şeyler başkalarının başına geliyormuş gibi.
MK: Neden böyle hissediyorsun sence?
Çağla: İyi şeyler hayatta limitli sanki, ne bileyim sanki insanlık olarak güzel şeyleri paylaşıyoruz, bana bir şey kalmıyor.
MK: Neye ihtiyacın var peki?
Çağla: Bahsettiğimiz aklın sesini hissetmeye ihtiyacım var. “İstediğin hiçbir şeyi elde edemezsin” sesinin bir çocukluk anısı olarak kalmasını istiyorum.
MK: Bu ses kimin sesi?
Çağla: Biliyorum ama söylemek istemiyorum.
MK: Kısa bir meditasyon yapalım mı? Tüm bu konuşmalarımıza meditasyon gözlüğünden bakalım. Bedenen rahat mısın bir bak. Ayak tabanların yere değsin, sandalyede bağdaşta da oturabilirsin. Omurgan uzun, göğüs kafesin açık, çenen hafifçe göğsüne doğru, başının tepesiyle yukarıya doğru uza.
Bir elin karnında, diğer elin göğüsünde olabilir. Nefesinle buluş, fark et nefesini. Doğal nefesinde ol, nefesinin temposunu değiştirmeye çalışma, sadece her nefes alışını ve her nefes verişini izle.
Kendini, güvende hissettiğin bir alanda düşün, sevdiğin bir mekan olabilir; tamamen güvende olduğun bir yer, yerleştir kendini buraya, güvendesin.
‘İstediğim şeyi asla elde edemem’, bu cümleyi yavaşça bedenine bırak, ‘Ben istediğim şeyi asla elde edemem’, neler beliriyor, belki yüzler, belki sesler, anılar, ‘istediğim şeyi asla elde edemem’ bırak bu cümle bedeninde, zihninde dolaşsın.
Bu cümle sende dolaştıkça neler görünür oluyor senin için? Nefes aldığını fark et, nefes verdiğini… Kal biraz burada… Sonra izin ver yüzler, anılar, sesler aradan çekilsin… Belki hemen olmayacak, belki sadece flulaşacaklar, sen dikkatini bedenine getir.
“İstediğin şeyi asla elde edemezsin” bu cümleyi bir kez daha bırak kendine, bir kuyuya bir taşı atarmışçasına… “İstediğin şeyi asla elde edemezsin” nasıl hissediyorsun, bedeninde… Ve bedeninde nerde hissediyorsan bu alanlarla kalabilir misin? Belki karnın, belki göğüs kafesin, belki kalp bölgen, omuzların… Dikkatin hem nefesinde hem de bu alanlarda olsun. Nefesin, bedensel hislerin ve senin arana mümkünse başka hiçbir şey girmesin. Düşünceler belirirse dikkatini bedensel hisselerine getir… Sadece nefesin, bedensel hislerin ve sen…
Hepimizin gölgeli yanları var, az ışık alan bir odası. Buralara ait, onlarca anımız var, düşünce labirentlerimiz. Bu az ışıklı odada kendimizi bulduğumuzda, her yer karanlık diye panik olmaktansa bir an dikkatimizi nefesimize getirip odanın az olan ışığına adapte olmaya kendimizi bırakmayı deneyebiliriz. Odanın o an için az ışıklı olması odanın tehlikelerle dolu olduğu anlamına gelmiyor. Kendimizle ilgili olumsuz yargıların, aslında bizim gerçeğimizin olmayışı gibi. Hayatın bize getirdikleri, geçmişimizde yaşadıklarımız, belli düşünce kalıplarının oluşmasına neden olmuş olabilir ama bu düşüncelere birer kehanet muamelesi yapmak, işte elimizi kolumuzu bağlayan şey bu.
Tetiklendiğimiz zamanlarda kendimizi düşüncelerin hoyrat kucağına atmak yerine bir an için, sadece bir an için, nefesimize ve bedensel hislerimize odaklanmak düşünce balonunu biraz küçültebilir. Enerjimizi düşüren, elimizi kolumuzu bağlayan düşünceleri beslemek yerine, bu düşüncelerle sıkışan, daralan, büzüşen bedenimizin yanında olmak inanın yepyeni bir kapı açabilir.
Not: Geleneksel terapiye saygımız, inancımız tam. Tüm bu öneriler mütevazi bir kendiyle kalma önerisi.
Sevgili Çağla Pınar Tunçel ile söyleşilerimize, hamilelikte yoga nefesi üzerine konuşarak devam ediyoruz… Sevgili anne adayları, bu uygulamalar bu dönemde hayatınızı kolaylaştıracaktır… Sorularınız için bizle iletişime geçebilirsiniz veya Çağla’nın YouTube kanalından da sorularınızı bize iletebilirsiniz. İkinci bölümde ise “Hamilelikte Nefes Sorunu / Mindfullness Nedir?” üzerine konuşuyoruz…
YogaBizz’in Çağla’sı, adaşı olan sevgili Çağla Pınar Tunçel Çakır’ın hamilelik sürecindeki yoga çalışmalarına eşlik ediyor. Ve hazır her hafta bir araya geliyorken bir de video çektiler, Çağla Pınar da YouTube kanalında bu faydalı röportajı yayınladı. “Hamilelikte yoga hangi dönemde yapılabilir? Kimler hamile yogası yapabilir? Ödem oluşumunu nasıl engelleriz” Hem bu konulara açıklık getirdiler hem de uyguladıkları hamile yogasını bizlerle paylaştılar. Çağla Pınar Tunçel Çakır’a bebeğiyle birlikte sağlıklı ve mutlu bir hamilelik ve annelik diliyoruz.
Ayrıca Çağla’nın “mindfulness destekli hamile yogası” üzerine yazdığı yazıya da buyrunuz efendim: https://www.yogabiz.pro/sen-folik-asiti-gene-al/
Yapmak istemediğimiz şeyleri erteliyoruz, yapmaya üşendiğimiz şeyleri; bizi korkutan ya da zorlayan, gözümüzde büyüyen… Bunlar anlaşılır da yapmaya bayıldığımız şeyleri bile erteliyoruz ya, işte en çok buna şaşırıyorum.
Bir süre önce film platformu MUBİ’ye üye oldum. Her gün bir film gösterime giriyor ve filmler 30 gün boyunca gösterimde kalıyor. İlk üye olduğum dönemde ayıla bayıla her gün bir film seyrettim, sonra biraz aksamaya başladı, sonra iş ‘ay ‘MUBİ’yi hiç bakmıyorum artık ya’ a dönüşmeye başladı. Beni çok heyecanlandıran, başka yerlerde de kolay kolay bulamayacağım filmler oluyor bugün seyrederim yarın seyrederim derken kaçırdığımı kaçırıyorum, iyi mi? Yani altı üstü film seyredeceğim, ki hayatta yapmaktan en hoşlandığım şeylerden biri, bunu bile erteliyorum.
Filmler gece yarısı gösterimden kalkıyor, bazen koşarak geçiyorum ekranın karşısına ‘film kalkıyor, hemen başlamam gerek’ diye ve ertesi gün uykusuz kalmayı göze alarak uyur uyanık seyretmeye çalışıyorum. Bazen aynı andan yan odada kızım da son teslim tarihi ertesi gün olan projesine yeni başlamış, o da harıl harıl kendi ertelediğini halletmeye çalışıyor.
Niye erteliyoruz?
Kendi zihnimizde bir harita var, farkında olalım ya da olmayalım o haritaya göre ilerliyoruz. Ben mesela MUBİ’de film izlemede, ‘gösterime giren her filmi izleyeceğim’ diye bir açgözlü karar almışım. Beğeneyim, beğenmeyeyim gösterimden kalkma sürelerinin yaklaşanlarını önceliklendirip her filmi izlemeyi kendimi zorlamışım. Oysa gönlüm gösterimden kalkmakta olanda değil de daha süresi olan bir başka filmde örneğin. Kendime istediğim filmi seyretmeye izin vermemişim. İstemediğim filmleri seyrede seyrede de MUBİ’den soğuyup, uygulamayı açmamaya başlıyorum, bir taraftan da ‘daha o filmin kalkmasına var’ diyorum. Ne garip değil mi? İnsan kendine niye bunu yapar? Çünkü otomatik düşünme pilotum kendi kendine karar vermiş ‘burada tüm filmler seçmece, hepsini seyretmek gerek’ ve olay istediklerimi bile seyretmememle sonuçlanıyor. ‘Ya hep ya hiç’ i bir tarafa bırakıp zevkle yapacağımız şeylere zaman zaman öncelik vermek, onlara torpil geçmek bize iyi gelebilir.
Ertelediğimiz konuları parçalara ayırmıyoruz. Mesela yabancı bir dil öğrenmek istiyoruz. Öğrenilecek tüm o kelimeler, başka bir gramer, yazma dili, konuşma dili, sokak ağzı gözümüzde büyüyor. Bir an önce öğrenmek istiyoruz ama bütün yapı üstümüze üstümüze geliyor. Her gün azar azar çalışmaktansa her gün ben bu Japoncayı! öğrenemiyorum bir türlü diye sızlanmak daha kolay geliyor. Arkadaşımın muhteşem bir iş fikri var. Konuştuğu biri demiş ki sen bu fikrini sadece Türkiye diye düşünme yazık edersin, tüm Avrupa olacak gibi kur organizasyon şemanı. Başta gayet güzel çalışan kız, bu öneri ile felç olmuş gibi hareket edemez hale geliyor. Tüm Avrupa’ya yönelmek onu çok korkuttuğu için planladığı gibi çok iyi bildiği kendi yerel pazarı için de çalışamıyor. Büyük oynamaktansa ilk başta bildiğimiz gibi oynamak çok daha harekete geçirici.
En mükemmelini yapmak istiyoruz. Burada biz bizeyiz, açık açık konuşalım, insanlık tarihin geldiği bu noktada her alanda müthiş şeyler yapıldı. Müthiş filmler çekildi, romanlar yazıldı, binalar yapıldı, resimler çizildi, neler neler…Nereye elimizi atsak bir başarı öyküsü… Yapmak istediklerimizi zaten çok iyi yapan insanlar etrafımızda…Kendi fani becerilerimizi bu mükemmel örneklerle kıyasladığımızda yapmak istediğimiz şeyler anlamsızlaşıyor. Ve evet o mükemmel örnek olamayacağımızdan korktuğumuz ama yapma arzumuzu tamamen bir köşeye atamadığımız için dolaba kaldırıyoruz ve erteliyoruz. Sonucu fazlaca düşünmeden yapabileceğimizle başlamak çok önemli ve pratik.
Erteliyoruz çünkü hedeflerimiz gerçekçi değil; Hadi bizim konulardan örnek vereyim, mesela yogaya başlamak istiyor, ama diyor ki şu aralar vaktim yok, haftada 3 gün gelemem. E niye haftada 3 gün gelesin ki 1 gün gel diyorum, yoo 3 gün işe yararmış, şu işler bir bitsin geleceğim diyor. Haftada 1 gün ile yetinmediği için haftada hiç yogayla yetinmek zorunda kalıyor. Meditasyon yapmak istiyor, günde 45 dakika ayıramam diyor, e 5 dakika o zaman, 5 dakika kime yetsin diyor. Yahu sana yeter, zaten hiç yapmıyorsun ki şu anda, bir başla, yoksa gene kalacak gelecek yıl kararlarına. Koşullarımız neyse hedeflerimizi koşullarımızın içine yerleştirmiyoruz. Gerçekçi ol, gerçekçi olanı iste ilk önce. O ilk adımı attıktan sonra zaten devamın gelme olasılığı çok yüksek.
Yapmak istediğimiz şey bizi konfor alanımızdan çıkaracağı için erteliyoruz; Hepimizin kendimizi çok iyi hissettiği, çok rahat ettiği, çaba harcamaya hiç gerek duymadan kalabildiği alanları var. Benim mesela, yin yoga yapmak, yürümek, kitap okumak ve film izlemek. Hayatımın sonuna kadar bu dörtlü içinde yaşayabilirim. Bunda bir sorun var mı? Hayatımın sonuna kadar hep buralarda kalırsam galiba evet. Çünkü yapmak istediğim başka şeyler var ama bunlar için yeni şeyler öğrenmem, çalışmam, kendimi zorlamam, terlemeyi göze almam gerekli. Bazen istediğimiz paketin %60’nı yapmayı sevdiğimiz şeyler ama %40’ını da yapmakta çok zorlandığımız şeyler oluşturuyor. İşte bu %40 ile uğraşmamak için sevgili %60’mızdan da vazgeçiyoruz. Bir şeyi net istediğini biliyor musun? Çok güzel, gerisine kulak asma, seni cesaretlendiren, motive eden seslere kulak ver.
Erteliyoruz çünkü belki de aslında o şeyi yapmak istemiyoruz. Artık hangi yolculuklarla bize geldiyse zihnimizde ‘o şeyi yapma’ kararı beliriyor, ama gerçekten istediğimiz falan yok. Belki gerçekten yogaya başlamak istemiyoruz, fotoğraf çekmek hiç ilgimizi çekmiyor. O aldığımız ve okumayı hep ertelediğimiz kitaplar zerrece umurumuzda değil… Filanca arkadaşımızı aramıyoruz, çünkü yanında tansiyonumuz düşüyor, o denli sıkılıyoruz. Burada önemli olan gerçekten istemiyor musun yoksa konfor alanında mı kalmak istiyorsun? İkisi arasındaki farkı nasıl mı anlayacağız? Valla işte çalışacağız kendimiz üstünde.
Erteliyoruz, çünkü o mükemmel anın gelmesini bekliyoruz. Her şeyin kendiliğinden aktığı, asla zorlanmadığımız o doğru zamanı. İşte sorun şu ki, elbette doğru zaman diye bir şey olabilir ama o ‘zamana’ şimdi ve burada yatırım yapmak gerekli. Bazen iradi olarak atacağımız adımlar bizi doğru zamana götürüyor, yoksa bekle ki gelsin.
Gelin bir de işe Mindfulness koçluğu gözüyle bakalım;
Ertelediğimiz şeyleri yapmazsak ne olur?
Örnek A:
Çağla: Her sene başı kendime bu sene Marks’ın Kapital’lerini okuyacağım diye karar alıyorum ve bir türlü yapmıyorum.
Çağla 2: Kapital’leri okumazsan ne olur:
Çağla: ???
Çağla 2: Yani ne kaybedersin?
Çağla: Bir şey kaybetmem, ama çok önemli kitapları okumamış olurum.
Çağla 2: Çok önemli olduğunu düşündüğün kitapları okumasan ne olur? Kişiliğinde, inançlarında, hayat görüşünde değişiklik olur mu?
Çağla: Sanırım olmaz. Politik görüşüm, hayata bakışım değişmez.
Çağla 2: Seni korkutan bu mu?
Çağla: Hayır sanırım değil. Neden Kapital’i okumak istiyorum hatırlamıyorum bile, sanırım gençken beni geliştirecek bir şey olduğunu düşünmüştüm. Sonra bu düşünce zihnimde kalmış. Marks’tan çok etkilendim, büyük bir düşünür o benim için. Ama Kapital’i okumayı artık ertelemiyorum, çünkü yapılacaklar listesinden çıkardım. Bir gün okursam okurum.
Örnek B:
Çağla: Yazmak istiyorum, yazamıyorum.
Çağla 2: Neden?
Çağla : Gözümde büyüyor, altından kalkamazmışım gibi geliyor.
Çağla 2: Kalkamazmışım gibi derken, nasıl bir yük bu senin için?
Çağla: İşin matematiğini, iskeletini kuramazmışım gibi geliyor.
Çağla 2: Peki yazmazsan ne olur?
Çağla: ???
Çağla 2: Yazma ne olacak ki? Hiç yazmasan mesela..
Çağla: Kendimi çok eksik hissederim, üstelik yazarken çok iyi hissediyorum. Yazmayı seviyorum. Yazmazsam ilerde pişman olacağım gibi geliyor bana.
Çağla 2: Yazmak istediğinden eminsin yani?
Çağla: Evet eminim.
Bu soru büyülü; ‘Yapmazsan ne olur?’ Bir sorun bakalım kendinize… Soruyla beraber ilk nasıl bir duygu, his beliriyor?
Birkaç yıldır yeni başlayanlar için yoga dersleri veriyorum. İlk buluşmalar benim için hala heyecan vesilesi. Her zaman da öyle olacak gibi görünüyor.
Dört buluşmadan oluşan bu programın ilk derslerinde sorarım:
_ “Neden yoga yapmak istiyorsunuz?”
Genelde bu soru pek beklenmez. Kendini bir anda matın üzerinde buluvermiş gibi şaşırıp düşünenler de olur, bir fikri olanlar da… Demek bir ihtiyaç fark edilse de fark edilmese de bir niyet konuluyor ortaya ki derse geliniyor.
Yogada önem verilen kavramlardan biri de sankalpa’dır. “Niyet, arzu” olarak Türkçeleştirilebilir. Bu kavramın felsefi derinliğine inmeden yogaya başlayanların niyetleri, istekleri genellikle ne, onu aktarayım… Cevaplar çeşitli ama gruplanabilir:
_ “Skolyozum, fıtığım vs. var, doktorum tavsiye etti”
_ “Çok stresliyim, anksiyete bozukluğum var psikoloğum önerdi” (evet bunu söylemekten çekinmeyen bir nesil geliyor çok şükür ki)
Bu ikisini yogadan fiziksel/zihinsel beklenti olarak anlayabiliriz herhalde.
_ “Arkadaşlarım geliyordu ben de bir deneyeyim dedim” (Bu kitlesel hareket güzel, sonrasında bireysel bir eyleme dönüşebilirse yoga, ne ala)
_ “You tube’da videolar izleyerek evde yapıyorum ama artık profesyonel bir destek almak istedim, o havalı pozları ben de yapmak istiyorum, evde tek başıma beceremiyorum…”
Bu ikisini de sosyal beklentiler kategorisine alıyorum.
Cümleler değişkenlik gösterse de içerikler bu minvalde. Dört derslik yogaya başlangıç buluşmalarının sonuna doğru bu kez de katılımcılar bana sorular sormaya başlıyor.
Yazının son bölümünde yogaya yeni başlayanların sıkça sorduğu sorulara yanıtlarım var.
Bu yanıtlar bana kalırsa bir süredir yoga yapanlar tarafından da hatırlanabilir.
Hemen hemen her gün stüdyoda ders veren ve düzenli yoga pratiği yapan biri olarak bu aralar yoga ile ilişkilerin temize çekilip tekrar kurulması gerektiğini düşünmeye başladım. Genelleyebileceğim bir eleştiri ya da öneriden ziyade gözlem diyebilirim buna.
Bireysel bir deneyim olan yoga, gittikçe kitlesel bir ezbere mi dönüşüyor acaba? Gerçi ne olursa olsun, yoganın binlerce yıllık bilgisinin ve bilgeliğinin onu deforme ve dejenere edeceğini düşünmüyorum. Yoga, tarihsel sürecinde de pek çok kültürden, düşünüşten etkilendi; katı, kapalı, tamamen kendi çizgisinde giden bir öğreti, bir felsefe olmak yerine eklektik ve esnek bir yapıda olmuş hep.
Biz de bugün, bu çağda yoganın popüler kültürden etkilendiğine tanıklık ediyoruz, popüler kültür yoga öğretisine yeni bir şey eklemiyor ama yoganın algılanış ve yorumlanma biçimi şartlara göre değişkenlik gösteriyor ve yoga da buna izin veren bir esneklikte.
Çünkü yoga bir araç. Bunu daima hatırda tutmak gerekiyor.
İnsanların bu aracı nasıl algılayıp yorumladığı, yoganın etkileşime açık olması evet formu değiştiriyor ama öz aynı, yogaya güvenelim ve paniklemeyelim derim.
Diğer yandan bilgiye dayalı olmayan, rasyonel proseslerden geçmeyen, size bir performans kaygısı ya da şehveti pompalayan, kendini dayatan ifadelerden, yönlendiricilerden özenle imtina edin.
Ve sorun kendinize; “Neden yoga yapmak istiyorum?”
Ve hatırlayın; “Neden yogaya başlamak istemiştiniz”.
Bizler de yoga hocaları olarak şu soruları her gün yanıtlayalım:
“Neden yoga hocası olmak istemiştim, neden yoga hocasıyım?”
Dürüstçe yanıtlayalım ve yanıtlarımızın zaman içinde gösterecekleri değişkenliğe de uyum sağlayalım.
“Her gün yogaya yeniden başlamak”
“Neden yogaya başlamıştım, şimdi neden devam ediyorum?” Bu iki soruya dönüp bakmak belki size başka kapılar açacak. Belki pratiğinize bir şey ekleyecek ya da bir şeyleri yeniden düzenlemeniz gerektiğini fark edeceksiniz. Hiçbiri değilse de her zaman yaptığınız pratikleri her zaman fark etme, işe gider gibi bir alışkanlıkla değil de tam farkındalıkla yapma hali belki pratiklerinize başka anlamlar katacak. Ezber bozalım diyorum yani. Yeni başlayanlara da ezberden kaçının diyorum. Alışkanlıklar, rutinler çok değerlidir; fark ederek yapıldığında.
Bu yanıtlar hem hali hazırda yoga yapanlar için hem de yogaya yeni başlayacaklar için. Yogaya başladığınızda bu sorular sizin için nasıl yanıtlar buluyordu, şimdi nasıl… Bunu düşünüp yoga ile olan ilişkimizi her gün yeniden kurmak bize özgürlük kazandırır.
Yoga yapmak için esnek mi olmak gerek?
Anatomik olarak doğuştan esnek olanlar olabilir ama genel olarak insanlar esnek olduğu için yoga yapmıyor, yoga yaptıkları için esnemiş olabiliyor. Esneklik de zamana, kişiye vb. bağlı tabii. Peki şu sorulabilir; insanlar esnemek için mi yoga yapıyor? Neden olmasın? Zihinsel esneklik fiziksel esnekliği de getirecek. Amaç, niyet ne burada onu kendimizde iyi okumalıyız?
Yoga yapınca kilo verir miyim?
Hem evet hem hayır. Pilates eğitmeni bir arkadaşım öğrencilerine ki onlardan biri de bendim, her zaman derdi ki; biz burada kaslarımızı uzatıyoruz, güçleniyoruz. Kilo vermek istiyorsanız doğru beslenin. Ben bu cümleyi duyar duymaz satın almıştım. Çok doğru. Günde 20 km yürüsen de doğru beslenmedikten sonra ne fayda. Yoga için de aynı cümleleri kabul edelim. Diğer yandan asanalar (yoga pozları) o kadar iyi düşünülmüşler ki iç organların, bedenimizdeki tüm sistemlerin sağlıklı çalışmasına büyük destek. Metabolizmanız hızlanacak evet ama bedeninize yiyeceklerle neler aldığınıza da dikkat edin.
Ayrıca kilo, yoga yapmaya engel değil…
Ne kadar sıklıkla yoga yapmalıyım?
Her gün 5 dakika nefes, 20-25 dakika meditasyon yapabilirsiniz. Yogayı da gün aşırı yapabilirsiniz. Bir gün bedeninizin dinlenmesine izin verebilirsiniz. Kaslarınızın, eklemlerinizin, iç organlarınızın, bedendeki sistemlerin onlara yaptığınız/yaptırdığınız şeyi anlamasına izin verin.
Kendimi nefesimi tutarken yakalıyorum, ne yapmalıyım?
Bu cümleyi kuruyorsanız nefesinizi fark etmişsiniz demektir. Bu da sizi bir sonraki adıma taşır. Önce yoga derslerinde nefes yönlendirmelerini çok iyi dinleyin ve bunları uygulamaya başlayın. Katıldığınız dersin eğitmeni mutlaka her hareketi nefesle birlikte tarif edecektir. Burundan nefes alıp burundan nefes verin ve bu alış ve verişleri uzun tutun. Bunu yaparken bir yandan da bedeninizde herhangi bir yeri sıkmadığınızdan emin olun. Tüm bunlar düzenli pratiklerle yerli yerine oturacak, merak etmeyin. Yeter ki gözünüzden ziyade, kulağınız hocanızda olsun.
Ne zaman YouTube’daki o “havalı” pozları yapacağım?
Havalı pozları yapmak üzere gelip, tüm bu amacı unutarak “oh çok rahatladım” diye çıkıp giden çok tanıdım. Bu pozları zaten gün gelir yaparsınız. Amaç bu değil, amaç nefes alıp vermek ve bunu hareketlerle destekleyip meditatif alanınızda kalıp zihni bir süreliğine de olsa dinginleştirmek. Sonra bunların zihinsel ve fiziksel sonuçları olur elbette.
Yoganın bir zararı var mı?
İyi bir temel ders alın. Anatomik yönlendirmeleri dinleyin ve bunu bedeninizin uygulaması için zaman tanıyın. Her seferinde daha rahat hissedeceksiniz. Bunu size sağlayan en önemli şeylerden biri de nefes olacak. Nefesi unutmayın ve çok önemseyin. Anlatılanlardan kopup gündeminizde kaybolmadan hocanızın sizi yönlendiren konuşmalarına pür dikkat kesilin. Aynı anda güzel bir konsantrasyon çalışması ve meditatif eylem içinde asana pratiğinizi yapıyor olacaksınız.
Bu kadar iyi bir şey ise herkes yoga mı yapmalı?
Hayır bazılarına dans etmek iyi gelir, bazıları psikanalize gider, bazıları hem yüzer hem yoga yapar, bazıları tüm bunları yapar ve ayrıca yoga yapar… Kime ne iyi geliyorsa onu yapmalı. Kendimizi gerçekleştirmekten zevk aldığımız alanlarımız olsun. Bu yeterli derim.
Yoga yapmak asana pratiği yapmak olarak da kullanılıyor evet, diğer yandan nefes, konsantrasyon, meditasyon yanı sıra her anlamda çevrene ve kendine karşı şiddetten kaçınmak, doğru olmak, yalan söylememek, aşırıya kaçmamak, çalmamak, ihtiyacından fazlasına bağlanmamak. Bunlar da yoga yapmak. Ben söylemiyorum. İ.Ö. 3. yy’da yaşamış olan Patanjali Yoga Sutraların yazarı Patanjali söylüyor. Om Tat Sat.
Meditasyon inzivalarının iki önemli konusu vardır; “Cep telefonları açık mı olacak kapalı mı? Sigara içilecek mi, içilmeyecek mi?”
David Cornwell ile 2017’de gerçekleştirdiğimiz Mindfulness Koçluğu eğitimi inzivasında David ‘Telefonlarınızı kapatın ve sigara içmeyin ama eğer telefonu kapatmayacak ve sigara içecekseniz de bunu mindful bir biçimde yapın” demişti, ‘Mesela, hangi dürtülerle telefonunuza bakmak istiyorsunuz, önce o dürtüyü fark edin, birisi sizi merak etti mi diye merak ettiniz? İşler sizsiz yürüyor diye mi endişelendiniz? İlk önce hangi aplikasyona bakmak istediniz? Telefonu elinize aldığınızda ne hissettiniz? Hangi amaçla elinize aldınız, hangi aplikasyonu ilk önce açtınız ve sonra hangi aplikasyonları açtınız, aldığınız her bir bildirimde ne hissettiniz? Telefonu yerine koyduğunuzda neler hissettiğiniz? Telefonu elinize aldığınız ve bıraktığınız andaki duygularınız nelerdi?”
Sigara içmek için de aynı hattan gidebiliriz. O yakılan sigara sosyalleşmenin bir aracı mı, yoksa gerçekten fiziksel bir ihtiyaç mı? Demişti ki David, ‘İnzivada eğer içecekseniz sosyalleşmenin bir aracı olmasın, tek başınıza bir yere çekilin, sigarayı paketten çıkardığınızı, elinize aldığınızı, çakmağa uzandığınızı, sigarayı yaktığınızı fark edin, sigarayı yaktığınızdaki sesi fark edin, sigaranın ağzınızda ilk anda bıraktığı tadı fark edin, dumanın çıkışını vs.’ daha fazla devam edemiyorum zira sigarayı bıraktım, anısı hala taze…
Telefonu elimize almak, bir sigara yakmak, ağzımıza bir şeyler atmak, sebzeleri yıkamak, kendimizi yıkamak, birini dinlemek, konuşmak, yürümek, araba sürmek her gün defalarca yaptığımız şeyler…
Bir şeyi yapmayı öğrenebilmek ve bir kere öğrendikten sonra da üstünde pek de durmadan yapabilmek dünyanın en pratik şeyi. Araba kullanmayı öğreniyorsun ve bir süre sonra üstünde çok durmadan, çok düşünmeden araba kullanıyorsun…
Ortada bir mekanizma, bir düzenek var, bir teknik var, belli bir bilgiye sahip olup, bir süre emek harcadıktan sonra o mekanizmayı rahatlıkla yürütebiliyorsun. Ya da fiziksel bir ihtiyacın var, onu gidermen gerekiyor ve öğrendiğin/ezberinde olan tarzda ihtiyacını gideriyorsun.
Her seferinde, her gün yeni baştan öğrenmek zorunda kalmıyorsun, üstünde çok durmadan hemen yapıveriyorsun. Ve bu yapılan şey her neyse zamanla devamlı yapıldığı için de belli bir deneyim sonucu çok iyi yapılmaya başlanıyor; Bakınız, anne yapımı dolmalar, otellerdeki kusursuz düzendeki yataklar vb.
Bir insanla tanışıyorsun, sevmek ya da sevmemek için nedenlerin oluyor ya da aşık oluyorsun, nefret ediyorsun vs. Aşık olduğun insana mesela her gün devamlı yeniden, sil baştan aşık olabilirsin ama burada biz bizeyiz, bir süre sonra da o insana alışıyoruz, tanıyoruz hatta ciğerini biliyoruz, o pek güzel film ‘50 İlk Öpücük’deki gibi her yeni gün; bir önceki gün birinden çok hoşlandığımızı unutup ertesi gün tekrar tanışıp tekrar aşık olmuyoruz… E bunlar hayatı pratik hale getiren özellikler tabii…
Hayatımızı kolaylaştıran bu ‘öğrenme, öğrendiklerini kaydetme becerimiz’ bir otomatik pilota dönüşüyor. Sözlük anlamı ‘mekanik, elektrik ve hidrolik sistemleri kullanarak herhangi bir insan komutu gerekmeden aracın kumanda edilmesini sağlayan alet’ olan otomatik pilot olağanüstü durumlarda devreye giriyor.
Bizim sistemimiz bir taraftan otomatik pilota bağlanmaya çok uygun, aklınıza gelecek her türlü eylemi otomatik pilota bağlanarak yapabiliriz ve evet zevk aldığımız eylemleri bile… Hissetmeden, görmeden, tatmadan, duymadan…
Hayatın ve insanın devamlı değişen doğasını ise otomatik pilotla yakalamanın imkânı yok. Hayatımızı otomatik pilotla geçirebiliriz ama hayatımızı otomatik pilotla sürdüremeyiz, hayatımızdan otomatik pilotla zevk alamayız.
Otomatik pilot ‘o an’a dair ‘gerçek hislerimizi’ görmemizi, yaşamamızı, hissetmemizi engelleyebilir. Otomatik pilotla yaşanan bir hayat ‘daha’sını ister, çünkü her şey onun için çok rutin, çok sıradandır. Oysa deneyimlediğimiz şey değil, deneyimleme tarzımız rutin ve sıradan.
Hadi gelin işe biraz Mindfulness Koçluğu gözüyle bakalım;
Aşağıdaki sorulara otomatik pilota özel bir antipatikliğimin olmadığını bilerek cevap verin;
Bir gününüzün ne kadarını otomatik pilotta geçiriyorsunuz?
Bu saatleri otomatik pilotta geçirmenin size teknik bir faydası var mı?
Gün içinde otomatik pilotunuzun gerçekleştirdiği eylemleri ‘siz’ devralsanız hayatınızda değişiklikler olur mu? Evetse neler olur?
Otomatik pilotla hayata devam etmek size ne kazandırıyor?
Bir günümüzü acaba nasıl en sağlıklı bir biçimde ‘otomatik pilot’ ve ‘siz’ arasında paylaştırırsınız?
Otomatik pilotla sizin aranızda bir fark var mı? Varsa neler?
Sizce otomatik pilotunuz kim? Siz kimsiniz?
Çağla Güngör ile Mindulness Atölyesi
18 Mayıs Cumartesi 15.30 – 18.00
Om Yoga Merkezi’nde